14/07/2025 Bu Yazı 149 Defa Görüntülendi.
Kırsalın sarı topraklarına sinmiş bin yıllık geleneklerin gölgesinde, hayatın kendisi kadar eski ve suskun bir mesele sürüp gider: Engelli bireylerin eş seçimindeki sessiz çırpınışları.
Kırsalın sarı topraklarına sinmiş bin yıllık geleneklerin gölgesinde, hayatın kendisi kadar eski ve suskun bir mesele sürüp gider: Engelli bireylerin eş seçimindeki sessiz çırpınışları. Önyargıların koynunda büyüyen bir çocuk, zamanla yalnızca toprağın değil, insanların da ne kadar sert ve çatlamış olduğunu öğrenir. O çocuk büyür, bir gün kendi hikâyesini yazmak ister. Ama kalemi eline aldığında, mürekkebin rengi toplumun kara çizgilerinden ibarettir. Çünkü kırsalda bir engelli olmak, çoğu zaman yalnızca bedensel değil, ruhsal bir mahkûmiyeti de beraberinde getirir.
İnsanlar bakışlarını kaçırır, cümlelerini sakınır, geleceğini ise sanki çoktan hükme bağlamışlardır. Bir engellinin evlenmesi düşüncesi, bazı çevrelerde bir lütuf gibi değerlendirilir; oysa her birey gibi onun da sevmeye, sevilmeye, yuva kurmaya hakkı vardır. Ne var ki, bu hakkın üzerine örtülen perde, çoğu zaman kalın ve ağır olur. Özellikle kırsal kesimlerde, engellilik hâlâ bir kusur değilse bile bir eksiklik olarak görülür. Gönüller değil soylar eşleştirilir, duygular değil kan bağları konuşur. Akraba evlilikleri, geleneksel yapının mihenk taşı sayılırken, bu evliliklerin beraberinde getirdiği genetik riskler görmezden gelinir. Sonuçta dünyaya gözlerini açan her engelli bebek, aslında toplumun suskunluğunun bir yankısıdır.
Toplum, kendi elleriyle yazdığı bu çarpık hikâyede hem yargıç hem seyirci olur. Bir yandan engelli bireyleri sosyal hayattan soyutlar, öte yandan onların aile kurmalarını da yadırgar. Sanki sevgi yalnızca sağlam bedenlerin hakkıymış gibi, duygular da kas ve kemikle ölçülür. Oysa engelli bireyler de aşkın en saf halini içinde taşıyanlardır. Onların sevgisi, gösterişli düğün salonlarında değil, hayatın en sade anlarında filizlenir. Fakat ne acıdır ki, bu sevgi çoğu zaman filizlenemeden kurur. Çünkü toplum, engelli bireyin aşkına inanmaktan çok, acımasına meyillidir. Ve acınan birine aşık olunmaz, denir gizliden.
Bu kader döngüsünde en çok yara alan yine engelli birey olur. Kendini eksik hisseder, sevilmeye layık görmez. Oysa eksik olan o değil, bakışlardır. Toplumun yanlış inançlarıdır. Genetik gerçeklikler bilimsel uyarılarla yankı bulmaz, yalnızca "bizde böyle gelmiş böyle gider" sözleriyle bastırılır. Her yeni akraba evliliği, farkında olmadan yeni bir hikâyeyi daha başlatır: Belki de yine eş seçme hakkı ellerinden alınacak bir çocuğun hikâyesini.
İşte böyle yazılır bu kırık döngü. Ve bir gün biri çıkar, suskunluğu kelimelere döker. O zaman belki de değişimin ilk tohumu atılır. Çünkü mesele sadece engellilerin evlenme hakkı değil, bir toplumun vicdan terazisinde ne kadar adil tarttığıdır. Ve bu terazi, hâlâ çok uzun zamandır eksik çalışmaktadır.
Mehmet YILDIRIM | 14.07.2025