Ümit Doğan GÜLTEKİN

Ümit Doğan GÜLTEKİN

Yazar

Prematüre Hayallerimizi Canlı Tutmak

Kaçmak bir çözüm değilken koşmaya devam etmek, geçmişinizden izleri, ayak tabanlarınızda birer topuk çatlağı gibi bırakmak demektir. Her zaman için bilinen bir gerçek vardır ki oda kesinlikle bir şeylerin izlerini üzerimizden atmanın mümkün olmadığıdır.

Kaçmak bir çözüm değilken koşmaya devam etmek, geçmişinizden izleri, ayak tabanlarınızda birer topuk çatlağı gibi bırakmak demektir. Her zaman için bilinen bir gerçek vardır ki oda kesinlikle bir şeylerin izlerini üzerimizden atmanın mümkün olmadığıdır. Bir fotoğrafa baktığınızda aslında kime benzediğimizi görmek acı veriyorsa demek ki geçmişle henüz hesaplaşmamış birçok şeyle beraber yaşıyoruz demektir. Bazı şeyleri açığa kavuşturmanın zamanı geldi de geçiyor. “Kazandığımız” süre içinde neleri kaybetmek, kaybettiklerimizi geri kazanırken artık herkes gibi olduğumuzun farkına varmak ve en sonunda bir buhranın içinde boğulup ölmek, hayatı, prematüre bir bebeği canlı tutmaya çalışmanın aşamaları gibidir.

İnsanların hayatı süresince kazandıklarının yanında kaybettiklerini herhalde en güzel şekilde, bir iktisat terimi olan “fırsat maliyeti” kavramı açıklar. Bu kavramı genel olarak daha faydalı bir kazanç için başka bir kazançtan vazgeçmek olarak tanımlayabiliriz. O halde biraz düşünelim. Kararlarımızda etkili olan çevresel etkenlerin, her zaman daha faydalı olan kazançları tercih etmemizdeki rolü nedir? Ya da soruyu biraz değiştirelim. Kaybettiğimiz bir kazancın, kazandığımız diğer kazançtan daha önemsiz olmasına, yani “kaybettiklerimiz” olduğuna neden karar verdik? İşte burada da geçmiş yaşantımızdaki etkenler ortaya çıkıyor. Hatırlayalım, hepimize bayramlarda yeni kıyafetler alındığında, genel olarak yeni olmalarından çok bayramlık olmaları daha çok sevindirirdi. Yani bayram birçok açıdan bir kazanç olabilecekken, yeni bir elbisenin sevinci bu kazançları gözden çıkarmamıza değecek manevi bir kazanç oldu her zaman. O halde karar mekanizmamızın duygularla mı, mantıkla mı çalışıyor olması gerçekten çok düşündürücü bir olgudur. Bu durum ise prematüre bir bebeği canlı tutmanın birinci aşamasıdır. Duygu ve mantığın çatışmasının sonucu, bebeğe verilecek ilk tıbbi yardım gibidir. Ya hayata döndürmek için ilk adımı atmış olacağız ya da kaybetmek yolunda adımlarımızı hızlandıracağız.

Neden zihnimizde anlatmak istediğimiz birçok şey varken bunu konuşamaya veya kelimelere dökemeyiz? Geçmişten gelen ve zihnimizi kazıyan birçok şey vardır mutlaka. Bazılarını kendimize bile itiraf etmeye korkarken, bazılarını söylemek ise çok basit geliyordur. Burada söz konusu olan durumu kaybetmek olarak tanımlamaya çalıştığımızda, hayatta hiçbir zaman kararlarımızı verdiğimizde yalnız olmadığımız ortaya çıkar. Basit anlamda şunu söylemek gerekir. Herhangi bir kararımızın kesin olarak nasıl etki edeceğini ya da neler getireceğini tahmin edebilseydik yine de aynı kararı vermemizin mümkün olmadığı gerçektir. Yani kaybetmenin temeli yine geçmişle ilişkili olup, kazançlar yanında getireceği zararların bütününde kaybettiklerimizdir şeklinde de tanımlayabiliriz. Bu durum biraz da Erich Fromm’un savaşı tanımlamasına benziyor. İnsanlar, savaşı bitirmek için son bir savaş yapma çabasından vazgeçemezler. Kısır bir döngü gibi görünse de sonunda kaybedilecek bir kararı kimse vermek istemez. Ancak şurası da açıktır ki hiçbir zaman bireysel olarak karar vermemiz mümkün değildir. Çünkü geçmişten gelen zihnimizdeki birçok şey, kaybedeceklerimizle daha yakın ilişkilidir. Prematüre bebeği canlı tutma aşamasının ikinci adımıdır bu: Yani duygularımız, bebeği hayatta tutmanın en büyük amaç olduğunu bildirirken, mantığımız, henüz sonucu belirlenmemiş olan test aşamasındaki bir ilacın, bebeğe enjekte edilmesi durumunda, onun hayatını kurtarıp kurtarmayacağı konusundaki güveni sorgular.

Şunu kabul edelim artık. Hayat serbest bir oyun değil, kurallarına göre oynanması gereken bir oyundur ve kurallara uymazsak, kaybetmekteki rolümüzün, kedinin ulaşamadığı pis ciğerinden farksız olacağıdır. Genel olarak herkesin hayattan birçok beklentisi vardır ama ortak olan tek bir beklentimiz vardır ki ona da “kazanmak” deriz. Aslında “kaybetmek” ile arasındaki ilişki, evrim geçirmek gibidir. Gelişmek için bir canlı kendini nasıl yeniliyorsa, yenilemek için de vazgeçmesi gereken bir şeylerin olduğunun farkındadır. Bu olgu da kendini hayatımızın her alanında gösterir. Bir kazancı canlı tutmak için kaybetmelerin de canlı olması gerekir. Buradaki canlılık ise Adalet Tanrıçası Themis’in terazisinin hangi kefesinin ağır basacağı olarak karşımıza çıkar. Her iki kefenin eşit gelmesi ise bebeğin hayatını görmeyen bir tanrıçaya emanet etmenin ta kendisidir. Her müdahaleden sonra sıra, verdiğiniz test aşamasındaki ilacın komaya soktuğu bebeği, bu durumdan kurtarmak adına kefeyi eşit tutmaya gelecektir. Sorgulamalar başladığı zaman ise kendimizden vazgeçmeye karar veriyorsak, bebeğin hayatını kazanabilme seçeneğini kazanmış duruma gelecek olmamızdır.

Bilinen en büyük gerçeklerden biri, insanın doğada baş edemediği şeylere boyun eğmesidir. Aslında bunun en büyük sebebi, belki de diğer canlı türleri gibi, insanın, doğuştan yüzebilme, uçabilme, hatta doğa koşullarına göre değiştirebilme yeteneğine sahip olamadığı bir kürkünün ya da derisinin olmayışıdır. Ancak bütün bunlara karşı, insan, zekasını evrimleştirip, her zaman kazanmak için bir yol bulmuştur. Burada ise kazandığı en büyük olgu, doğaya hükmeden bir imparator olma özelliğidir. Bütün bunlara rağmen bu süreç yine bir sürü kaybetmelerle doludur. Şöyle ki, insanoğlu, zekasını geliştirdiği evrim sürecinde bir çok kayıplar vermiştir. Bu kayıplardan en büyüğü ise bazen kendi türünü bile yok edebilecek bir duyguyu, nesilden nesle aktarabilme özelliğidir. Açık olarak hayalleri uğruna bebeğin canını tekrar ortaya koymuştur. Artık komadan çıkardığı bu bebeği nasıl hayatta tutacağı çabasındadır. Çünkü karar mekanizması, bu durumdan sonra hiçbir şekilde bağımsız olarak, sadece kendi öz iradesine göre çalışmayıp, bir şekilde tatmin edici bir bilgi kazanma çabası içine girecektir.

Sonuç olarak, prematüre bir bebek olarak hayata getirdiğimiz hayallerimizi canlı tutmanın en büyük yolu, kararlarımızda etkili olan etkenlerin bizimle ne kadar bağlantılı olması, bebeği hayatta tutma yolundaki tercihlerimizle yakından ilişkilidir. Söz konusu bebeği hayatta tutma içgüdüsüyse, kendimizden vazgeçmemiz gerekebilecektir. Ancak bu vazgeçmelerdeki kararlar, bebeği eksik büyütecekse, alacağımız her karardan vazgeçebilme durumunu yeni bir prematüre bebek olarak karşımıza çıkaracağını değiştirmemektedir.

Bu yazının hazırlama aşamasında fikirlerini esirgemeyen sevgili arkadaşım Anna ÖZEN'e teşekkürlerimi sunuyorum.

Ümit Doğan GÜLTEKİN